26 Kasım 2008 Çarşamba

Sen ve Ben

Sen ve Ben


24 Kasım 2008 Pazartesi

Güzel bir gün,
Ben her zaman ki gibi gülümseyerek açtım gözlerimi dünya ya,
Ve gülümseyerek başladım günlük koşuşturmalarıma.

Radyoda haberler.........
Sanıyorum konu varoşlarda yaşayan kadınlar.
Hangi radyo kanalı ve hangi ajansın araştırma sonucu bilmiyorum ama değerledirme şu.

Varoşlarda yaşayan kadınların % 60' dan fazlası
-Hayatında hiç makyaj yapmamış,
- " " mayo giymemiş,
- " " tiyatroya gitmemiş,
- " " sinemaya gitmemiş
- " " arkadaşlarıyla dışarda hiç yemek yememiş,
- " " arkadaşlarıyla dışarda gezmemiş,
- " " seyahat etmemiş,
- " " tatil yapmamış,
.
.
.
.
. liste bu şekilde uzayıp gidiyor.

Düşündüm, böyle bir sonuca ulaşabilmak için gerçekten araştırma yapmaya
ihtiyaç varmıydı acaba ???

Sanki biz çalışanlar onlardan çok farklıyız !

Memleketin durumu ortada,
hatta dünyanın gidişatı bile ....

Nasıl bir Türkiye ve
nasıl bir yaşam düşlüyorlardı da bu sonuca vardılar çok merak ettim.

Araştırma alanı varoşlar,
Araştırılanlar işsiz ev hanımları !
Belki de tek aylıklı, çok çocuklu, kira da bir yaşamın zorluklarını sırtlanıp,
küçüçük dünyalarında,
bizim göremiyeceğimiz
ve akıl erdiremiyeceğimiz tutumlulukla,
bin bir türlü canbazlıkla boğuşuyorlar.....
Ne bekliyebiliriz ki...

Görünen köy klavuz ister mi?

Tüm yaşamları boyunca binbir türlü fedakarlıkta bulunup
kendilerini yuvalarını adayanların önünde saygıyla eğiliyorum.

23 Kasım 2008 Pazar

"Mustafa" filmi ve Can Dündar

"Mustafacan" HAKKINDA HERŞEY…..

Can'ı tanırım… Uzun yıllara dayanan bir sevgi vardır aramızda –sanırım karşılıklı-. Bilirim ki Can'ın içinde kötülük yoktur. Şairin dediği gibi, "vallahi yoktur"… Mesele, sinema dilini bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sinemanın öyle bir dili vardır ki kendine özgü, "şeytan ayrıntısında gizlidir" o dilin. Bilebilseydi Can, şeytanın gizlendiği sinematografik ayrıntıları, adım kadar eminim ki düşmezdi safiyetin tuzaklarına, "Mustafa"da düştüğü gibi. Ne sevgi dağlarının doruklarındaki pamuklu tahtından olurdu, ne de ülkenin gündemi saçma sapan savunmalara karşı, saçma sapan savunmalarla işgal edilirdi.

"Mustafa" vizyona girdiği andan itibaren, gerek seyircilerin, gerekse yazar, çizerlerin kopardığı fırtına çerçevesinde sadece belgesel içeriğiyle değerlendirilmiş, eleştirilmiştir. Bir başka deyişle değerlendirme "yarım" yapılmıştır. Çünkü sinematografik estetik bir filmin izleyende bıraktığı "tortu"nun esas belirleyicisidir. Can Dündar'ın "Mustafa'' adlı belgesel filmi de her biyografik belgeselde olduğu gibi, iki ana başlıkla analitik mercek altına alınmalıdır.

(I) Sinematografik Estetik
(II)Belgesel İçerik

(I) Sinematografik Estetik:
"Tortu" bir filmin seyircide bıraktığı duyguların toplamıdır. Salondan çıktığımız anda hafıza süzgecimizin deliklerinden geçip giden ses ve görüntü parçacıklarından artakalanların toplamıdır. Aynı senaryodan iki ayrı yönetmen tarafından çekilen filmler, aynı izleyici grubuna gösterilse, bıraktıkları tortular farklı olacaktır. Yani, konu ve seyircinin değişmediği durumda, tortunun belirleyicisi yönetmenin sinematografisidir. Peki, nedir sinematografi? Sinematografi, bir filmin dilidir, dil bilgisidir ve yönetmenin kamerayı, ışığı, mekânı, dekoru, oyuncuyu, ses efektlerini, müziği, kurguyu işleme biçimiyle belirginleşir. Kamerayı örneğin, hareketli ya da durağan kullanmak bile aynı konuda iki ayrı film dili oluşturur. Ya da filmin hâkim renginin kırmızı ya da mavi olması iki ayrı sinematografi demektir. Farklı tortular bırakır izleyende. Aynı filme kilise müziği koyarsanız başka, türkü koyarsanız bir başka tortuyla çıkmasına neden olursunuz seyircinin salondan. İşte "Mustafa" ile ilgili kopan vaveyla, tam da buradan, yönetmeninin sinematografik seçimlerinden kaynaklanmaktadır. Şimdi bu çerçevede, "Mustafa"nın sinematografik değerlendirmesini yapalım.

1.Kamera Kullanım: Yönetmen, sinematografik anlatımın en belirleyici parametresi olan kamera kullanımını, Atatürk'ü canlandıracak oyuncunun yüzünü görmemek üzerine kurmuştur. Kamerayı, ya Atatürk'ün "amors"una ya da onun "bakış açısı"na yerleştirmiştir. "Amors", kameraya arkası dönük duran oyuncunun ensesinden bir parçayı çerçevenin içine ve ön plana alarak, omzunun üzerinden yapılan çekimlerdir. "Bakış açısı" adını verdiğimiz kamera pozisyonunda ise, kamera, oyuncunun gözü gibi yerleştirilir. Bu kamera pozisyonuna "öznel kamera" da denmektedir. Karanlık bir odada iki saat boyunca "amors" ve "öznel" kamera pozisyonlarının seçimi nedeniyle hakkında pek çok şey söylenen bir kişinin yüzünü görmeden izlenen filmlerin seyircide bıraktığı duygu tortusu tek kelimeyle özetlenebilir: "huzursuzluk"…. Bu nedenle amors ve öznel kamera pozisyonları, gerilim ve korku sineması türlerinin asal olarak seçtiği kamera pozisyonlarıdır. "Mustafa"da yönetmenin kamera kullanım seçimi, seyircide huzursuzluk ve gerilim duyguları yaratan bir üslûptan yana olmuştur.

Seyirci, empati kurduğu film kahramanının olaylar, ya da söylemler karşısındaki tepkilerini, yüzünde görerek rahatlamak ister. Oysa gerilim duygusu isteyen filmler, seyircinin rahatlamasını istemez. Karakter, örneğin karanlık bir koridorda yürür ancak kamera onun gözüdür. Bu çekimi perdede izleyen seyirci, sahne boyunca, yüzünü bir görse rahatlayacaktır ama yönetmen, onu gergin tutmak istiyorsa mümkün olduğunca göstermez o yüzü seyirciye. Çünkü o koridorda yürüyen "kötü adam" dahi olsa, yüzü "insandır". Gözleri vardır ve gözler ruhun aynasıdır. Hele "insan"ı anlatmak için yola çıktığını iddia eden bir filmde, kahramanın gözlerini, yani insani duygularını göstermeniz şarttır. "Mustafa" filminde ise yönetmen, Atatürk'ün "arkasından" konuşmuştur. Sonuç olarak filmden çıkan seyirciler, gerilim filmlerinin tüm sinematografik elemanlarıyla bombalandıktan sonra içlerinde kabaran huzursuzluk, rahatsızlık ve gerginlikle terk ettiler sinema salonlarını ve fakat bu duygu tortularının, "sinematografik" kaynağını bilmedikleri için, filme dair oluşmuş olan "negatif" enerjilerini, filmin içindeki kimi altı çizilen mesellere tahvil ettiler. Kimi "Atatürk'ün boyunu kısa göstermişler." dedi, kimi "korkak göstermişler…" kimi "o kadar rakı içmiyordu, şu kadar içerdi" dedi, kimiyse "bu dönemde zamanı mıydı…?" Aslında pek çoğu çocukça olan bu tepkiler, yönetmen tarafından ustalıkla maniple edildi ve "kullanıldı". Bu belgesel içerik mesellerini bir sonraki yazıda tartışacağız. Şimdi "Mustafacan"ın sinematografik değerlendirmesine dönelim.

2.Controlling Idea: … beni unutmayınız… güzel, çok güzel bir seçim. Hayatını bir ulusun özgürlük ve refahına adamış bir kahramanın biyografisini anlatmak için çok güzel bir controlling idea… (henüz controlling idea yerine Türkçe doyurucu bir terim bulamadım, çalışıyorum, yardımlara müteşekkir olurum… Şu manayı ifade etmek için kullanılan bir terimdir controlling idea: filmin, ana fikir kavramının tanımlamaya yetmediği çekirdeği, DNA'sı, zerresi, film bir bütünse, o bütünün tüm özelliklerini taşıyan en küçük bölünemez birimi, atomu, en el Hak'ı, …)

3.Senaryo: Maalesef ortada bu controlling ideadan yola çıkan bir senaryo yok. Sadece Can'ın öznelinde şekillenmiş bir biyografik kırpıntılar dizini var. Belgesel dahi olsa dramanın 2500 yıldır değişmeyen kalıpları vardır ve bunlara uymazsanız hikaye anlatamazsınız. Mustafa'da senaryoyu senaryo yapan özelliklerden; tetikleyici olay yok, asal çatışma yok, dönüm noktaları yok, küçük sekans zirveleri yok, hikayeyi zirveye taşıyan büyük kriz yok ve nihayet unutulmayacak bir final yok… Bunların olmadığı yerde bir film senaryosundan bahsedemeyiz.

4.Kurgu: Mustafa'da sıradan bir televizyon belgeseli kurgusundan daha öte bir kurgu anlayışı yok. Üstelik var olan televizyon kurgusu, senaryodaki yoklar nedeniyle, düz ve cansız akmakta. Filmin kurgusu, hikayenin ölüm döşeğindeki kahramanının, "bırakalım her şeyi, gidelim buralardan Afet" deyişiyle başladıktan sonra bir büyük flashback (geridönüş) yapıp, Atatürk'ün doğumu ve çocukluğuna geri sıçrıyor ve devamında kronolojik bir düz çizgi izleyerek bir hayatı anlatıyor ve finalde aynı noktaya dönerek kahramanın ölümüyle bitiyor. Çok sevdiğim bir kurgu yöntemidir bu. Ancak, burada da sinematografik seçimin içeriği nasıl etkilediğini göreceğiz şimdi… Duvardaki resimden başlayıp, duvardaki resimde bitirmeyi enfes bir kurgu olarak saptamış olan yönetmen, aslında bir biyografiyi anlatan filmin bittiği yerin, pekala kahramanının öldüğü sahne olduğunu biliyor. 10.Kasım.1938, saat 9:05 Atatürk ölür… Biyografik bir belgeselin finali budur. Ancak Can, senaryosunun "controlling idea"sını Atatürk'ün "beni unutmayınız" sözünden etkilenerek, yalnızlıktan ve unutulmaktan çok korktuğu vehmi üzerine bina ettiği için ölümle biten bu büyük finali kullanamazdı. Çünkü 10.Kasım.1938, 9:05'te gerçekte yaşanan, "beni unutmayınız" diyen kahramanın hiç unutulmadığını, unutulmayacağını dosta düşmana bangır bangır gösteren bir siyah beyaz büyük üzüntü belgeseli, Mustafacan'ın, Atatürk'ün yalnız öldüğü tezinizi çürütürdü. Yüz binlerin hançerelerini yırtarak 1938, 10 Kasımında ağladığı siyah beyaz belgesel filmi, onca arşivler kimselere nasip olamayan bir güven ve samimiyetle açılmış olan bir belgeselcinin atlaması beklenebilir mi? Atlarsa af edilmeyi bekleyebilir mi? Çünkü o belge, Atatürk'ü içkisine, insani zaaflarına, osuna busuna bakmadan katışıksız bir sevgiyle seven milyonların resmidir. Atatürk'ün unutulmadığının resmidir. "Beni unutmayınız" sözünü controlling idea olarak seçen yönetmen öyküsünü, unutulmamanın o büyük resmiyle bitirseydi eğer, ne drama kurallarını, ne de bir büyük hayatı harcamış olurdu. Olsa olsa batıdan gelecek sahte ve üstten bakan "aferin ufaklık" alkışlarından olurdu…
5. Müzik: Bir filmin müziği de, diğer sinematografik parametreler gibi filmin controlling ideasını temsil edebilmelidir. Yani, müziğin DNA'sı da filmin DNA'sıyla aynı kodları taşımak zorundadır. Aksi halde film başka yere, müzik başka yere gider. Bregoviç'in Mustafa için yaptığı müzik de bu alakasızlıktadır. Atatürk'ün, Mustafa olduğu günlerden beri seçimi değildir kuzey batı Balkan romanlarının müziği… Bregoviç'in enayi zannettiği Türkiye insanları için ise epeyce tanıdıktır filmin ana teması aslında… Çingeneler Zamanı filmi için düzenlediği (bestesi anonim balkan romanlarının folk müziğidir) "Hıdırellez"in arpejleriyle azıcık oynayıp, ölçeğini biraz değiştirerek, kendinden araklayıp çakması, Atatürk'ün müziği değildir, hatta saygısızlıktır. Diğer yandan final müziği ise tam bir felakettir. Finaldeki müzik, yine filmin anlattığı kahramanın DNA'sıyla aynı kodlarda değildir. 5.sınıf berbat bir oratoryo, seyircinin kulaklarını ve ruhunu tırmalayarak bitirir filmi. Ancak –amaç buysa, ki inanmam Can'ın böyle bir amaç taşıyacağına- amacına ulaşmıştır. Kamera kullanımındaki, gerginlik ve huzursuzluk yaratan tortuyu perçinleyen bu müzik, salondan çıkan çocuklarda hayatları boyunca Atatürk sözünü duyduklarında unutamayacakları bir bilinçaltı korkusu yaratmıştır, ki Can işte burada başarılıdır, Atatürk'ün vasiyetini yerine getirmiş ve unutulmamasını sağlamıştır.

6.Final: Bir filmin finali, kendinden önceki iki saatten seyircide kalmasını istediği tortunun vücuda gelmiş halidir. Controlling idea'nın, ne demek istediğini açıkladığı yerdir. Mustafa'nın finalinde ise şu vardır: "Beni unutmayınız" önsözüyle başlayan film, "gidelim buralardan Afet" son sözüyle bitmektedir. Yani, unutulmamak için yola çıkmış bir adamın, yaptıklarından pişmanlık duyarak, "çekip gidelim buralardan" demesiyle bitmektedir film. Finalde, dünyanın saygı duyduğu, bir ulusun arkasından öldüğü bir adam değil, bir kaybeden zavallı karakter vardır.

Umarım anlaşılmıştır, seyircinin "Mustafa"ya neden kızdığı. Yoksa mesele ne Atatürk'ün içki içmesidir, ne karanlıktan korkması… Bunlar zaten anaokulundan başlayarak her Türkiye vatandaşının gayet iyi bildiği özelliklerdir. Mesele, filmin sinematografik seçimleriyle bizde bıraktığı tortudur. O tortu da filmin afişinde net bir şekilde "tek karede" vücut bulmuştur.

Filmin afişinde, önüne bakan, rüzgarla savrulmuş, dağınık, yaşlı bir adam vardır. Arkasında da yarım yamalak bırakılmış boş bir bozkır şehri, yüzünde ağır bir pişmanlık ifadesi….

Başka söze ne hacet Can'ım…
Sana kızanlara kızmaya hakkın yok…
Ama bilirim içinde kötülük yoktur,
vallahi yoktur…
Ama olmaz ki…
Böyle de yatılmaz ki…



Saygılarımla

Mustafa Altıoklar
Film Yönetmenleri Derneği
Yönetim Kurulu başkanı

SON SÖZ: Yukarıda anlattığım sinematografik nedenlerle "Mustafa" tortu olarak huzursuzluk, rahatsızlık, gerginlik bırakmıştır seyircide geriye, film bitip de salondan ayrılırken... Sevmek üzere gittiği liderini anlatan filmden, bu olumsuz duygu tortularıyla çıkan seyirci, stresinin gerçek nedenini bilemeden, kızgınlığını filmin kimi sahnelerine tahvil etmekten başka ruhunun sızısını dindirecek ilaç bulamamıştır. Bu nedenle, bir sonraki yazımda, "Mustafa"nın belgesel içerik olarak bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde içine düştüğü tuzakları ve seyircinin kızgınlığını tahvil ettiği meselleri inceleyeceğiz.

21 Kasım 2008 Cuma

Genç Kalmanın Sırları

Sağlıklı ve uzun yaşamın sırlarını veren Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'na göre,
stresi hayatından kovan,
dengeli beslenip spor yapan herkes uzun ömürlü olabilir.
120 yıl yaşamak hayal değil!



"Mutlu bir hayat daha uzundur..."



Ne mucize besinler, ne sporla geçirilen bir hayat, ne de sihirli formüller...
Uzun ve sağlıklı bir yaşamın sırlarını öğrenmek için başvurduğumuz Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'nun üzerinde en çok durduğu ve ısrarla vurguladığı kavramlar,
sağlığa eşlik eden mutluluk, huzur ve dinginlik oldu...
Belki temel bu ama daha pek çok şey var...
Bu yazıda daha uzun ve sağlıklı yaşamın püf noktaları ve çeşitli reçeteleri verilirken, genç kalmayı kolaylaştıran küçük formüller de sıralanacak.
Prof. Dr. Müftüoğlu, 'yaşama sanatı'ndan 'yaşlanma sanatı'na uzayan bakış açısıyla, nasıl yaşlanmamız gerektiğini anlatacak...'



Biz yaşamı uzatmıyoruz, zaten yaşam uzuyor' diyorsunuz.
İnsan ömrü neden uzuyor ve biz ne kadarına müdahale edebiliyoruz?



Bilim ve teknolojik gelişmeler insan ömrüne ömür katıyor.
Sadece antibiyotiklerin keşfi, ortalama insan ömründe 10-15 yıllık uzama yaptı.
Aşılanmanın getirdiği koruyucu güç, bizim daha az hastalanmamızı sağladı.
Son bir araştırmada statin grubu kolesterol ilaçlarının ortalama insan ömrüne ilavesinin 12 yıl civarında olduğu hesaplandı.
Karaciğere verdiği zarar çözülürse statinler 10 yıl sonrasının Aspirin'leri olacak.
Genetik bilimindeki gelişmelerle genetik mirasımızdan dolayı başımıza gelen sağlık olaylarının çoğunun ertelenmesini sağlayacağız.
İnsanlar, muhtemelen hak ettiği ömrü zaten yaşayacak.



Eğitim bir avantaj

Nedir hak ettiğimiz ömür?



Bence 120'nin üzerinde. Kayıt altında bilinen en uzun yaşayan kişinin yaşı, 117.
Eğer 117 yıl gerçekleşiyorsa insan ömrü bunu zorlayabilir.
Bana göre 120 yıl yaşamak efsane değil.
Son 100 yılda yaşam süremiz ortalama 30 - 40 yıl uzadı.



Uzun yaşamın kaynağı dediğimizde en önemli belirleyiciler neler?



Daha çok sağlık bilinci içinde olmayı, daha iyi, daha sağlam duruşu sağlamayı becerebildiğimiz için hak ettiğimiz süreyi yaşayacağız.
Entelektüel düzey iyiyse, bu daha iyi gerçekleşecek.
Çünkü araştırmalara göre uzun ömrün en önemli anahtarlarından biri eğitim.



Yaşlanmayla eğitimin ilişkisi ne?



Eğitimli kişi sağlık ve dünya konusunda daha bilinçli.
Araştırmalar eğitilmiş insanların belleklerinin daha sağlam olduğunu ve yaşam süresinin uzadığını gösteriyor. Eğitimli insan aşısını yaptırıyor, bağışıklık sistemini güçlendiriyor, hastalık belirtilerinde doktora daha erken başvuruyor.
Hastaların yüzde 80'i çok hastalanmadığı sürece doktora gitmiyor.



Bugünkü Türkiye'de eğitim düzeyimize bakarsanız, potansiyel yaşlanma sürecimiz nasıl?



8 yıllık eğitimin sadece eğitimle ilgili değil, sağlıkla ilgili sorunlarda da ciddi çözüm üreteceğini umut ediyorum. Eğitim düzeyimize, üniversitelileşme oranlarımıza bakarsanız hâlâ yüzde 35-40'lardayız. Türkiye'de ortalama yaşam süresi kadınlarda 72, erkeklerde 68-69'a dayandı. ABD'de 78-82 yaş civarında. İleride ortalama yaşam süresini hızla uzatan ülkelerden biri haline geleceğiz.



'Ölçü kaçmamalı''

Sağlıklı yaşlanma'dan ne anlamalıyız?



Ömrü akıllıca yaşamak. Hiçbir şeyin ölçüsünü kaçırmamak lazım.
Formda kalmak, kaliteli bir hayat yaşamak, mutlu olmakla birleştirdiğiniz zaman sağlığın faydası var.



Nereden, nasıl başlamak lazım? Bunun için belli bir yaş var mı?



2 sınır çiziyorum. 30-35'li yaşlar artık dönüp kendinize bende neler oluyor diye sormaya başlamanız gereken yaşlardır. Diğeri 55 yaş ve üstü.



Yolun yarısı da 35 değil artık...



Tabii ki. 35 çok gerilerde kaldı. Ama orada Cahit Sıtkı'nın anlatmak istediği hayatın sadece organik yarılanması değil, ruhsal yarılanması. 35'ten sonra yaşamınız uzuyor ama ruhsal kalıbınız orta yaşa geliyor. 50 yaş ve civarını orta yaşlara giriş gibi düşünmek lazım. Bugünkü klasifikasyonda birkaç şeyi gündeme getirmek lazım. Artık bütün dünyada her şey yaşlılar ve orta yaşlı insanlara göre konumlandırılıyor. Çünkü tüm dünyada doğurganlık azalıyor, yaşam süresi uzadığından en fazla yaşlı nüfus artıyor.


55'te doktor şart

Peki bir doktora başvurmak için hangi yaşı beklemek lazım?


Doktora başvurmanın mutlaka gerektiği yaş, 55 ve üstü yaştır. Bu yaş grubu çok daha önemli. Çünkü o dönemde kadında da, erkekte de birdenbire hızlanan hormonal, metabolik değişimler yaşanır.


Kadında yıkım daha fazla olmasına karşın daha uzun yaşamaları bir paradoks değil mi?


Evet ama bence kadınların uzun ömürlü olmalarında bu çok olumlu bir katkı. Bütün dünyada kadınların ömrü daha uzun. Hiçbir ülke yok ki, erkekler kadınlardan daha uzun yaşasın. Erkeklerin sağlıkları konusunda daha fazla duyarlı olmaya ihtiyaçları var. Sağlıklarını daha iyi izlemeleri bazen erkekler tarafından alay konusu edilse bile, çoğu zaman kadınların daha uzun yaşamalarının sebebidir.


Orta yaşlarda hayata bakış nasıl olmalı?


İlkönce sağlığa, mutluluğa, dinginliğe odaklanmak lazım. Sağlıklı olma kararı, beraberinde başka türlü bir hayat yapılanmasını da gerektiriyor. Biraz egzersiz, biraz beslenme odaklı, uykuya, stres yönetimine dikkat eden, kendini başarıya daha fazla adayan, bunlar için gerekli olan ekonomik gücü elde etmeye çalışma gayreti içinde olan, ki ekonomisi daha iyi olanlar daha az hastalanıyor. Örneğin ben sağlığımdan başlamalıyım, sigara içiyorum, onu bırakmalıyım. Egzersiz yapmıyorum, yapmalıyım. Duygusal hayatıma çok iyi dikkat etmeliyim. Ailevi ilişkilerim çok iyi değil, eşimle, çocuklarımla yeterince ilgileniyor muyum? Bunları zaman zaman gözden geçirmek lazım. Hayatı dikkatli bir şekilde dağıtmak lazım. Sağlıklı olma kararı bir meydan okumadır.


Haftada en az 2 öğün balık yiyin


Likopen içeren domatesi, karpuzu, proantosiyanidin içeren üzümü, pekmezi, kırmızı şarabı, beta karoten bakımından zengin portakal, kayısı, şeftali ve havucu, yoğun lif içeren tüm meyve ve sebzeleri bol bol tüketin.Günde birkaç tane ceviz ya da fındığı, salataya ekleyeceğiniz yarım fincan ketentohumunu beslenme alışkanlıklarınıza yerleştirin. Süt ürünlerinde yağsız ya da az yağlı olanlara yönelin. Haftada 2 kez ortalama 100-150 gram düzenli olarak balık tüketin. Yeşil yapraklı sebze ve meyvelere daha çok ağırlık verin. Kafeinden olabildiğince uzak durup tuzu azaltın.Daha bol potasyum, magnezyum, kalsiyum almaya çalışın. Lahana, brokoli, ıspanak, soya fasulyesi, güvenilir bitkisel kalsiyum kaynaklarıdır. Orta yaşlarda güçlü antioksidan etkileri sebebiyle flavinoitlerin de bol bol tüketilmesi yararlıdır. Çaydan, koyu yeşil, sarı ve kırmızı renkli sebze ve meyvelerden yeterince sağlanabilir. Soya, elma ve brokoli önemli flavinoit kaynaklarıdır. Lahana, kereviz, bezelye ve şalgamda da bol bulunur.



Kadınlar erkeklerden fazla yaşıyor çünkü...



Kadınlar sağlıklarına daha düşkün. Stresleri erkeklere göre daha az.İş kazalarıyla karşılaşma riskleri daha az.Erkeklere göre ruhsal ve hormonal açıdan daha monogam olmaya eğilimli. Bu nedenle cinsel yolla bulaşan hastalıklara daha az yakalanıyorlar. Hormonal hiperaktif olmaları yani çok fazla değişken hormonal yaşamları, daha dirençli olmalarını sağlıyor.Kadınlar daha sevecen, hayata daha bağlı, daha çok huzur içinde olmaya çabalıyor. Erkekler birbirlerine çok açık ve samimi değiller. Kadınlar daha az sigara, alkol tüketiyor.


İşte erken yaşlanmanın nedenleri


Beslenme eksiklikleri.
Hipertansiyon, şeker hastalığı, damar sertliği gibi uzun süreli sağlık sorunları.
Genetik hastalıklar.
Kas ve eklem sorunları.
Egzersiz eksikliği (hareketsiz yaşam tarzı).
Kolesterol-trigliserit yüksekliği.
Yoğun stres, mutsuzluk, kötümserlik, depresyon.
Organ yetmezlikleri (tiroit bezi tembelliği, karaciğer yetersizliği, kalp, böbrek, hipofiz yetmezliği).
Yoğun çevresel kirlilik ve radyasyon etkisi.
Yetersiz ve kalitesiz uyku.
Sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı.

Kaynak : Milliyet

20 Kasım 2008 Perşembe

Yaşama Tutunmak

Yaşamak,
Ne güzel,
O güzel gözlerini düşleyip,
Sımsıcak duygularla yaşamak.

Beklemek,
Umutla,
Yarınlar benim !
Yarınlar bizim diye düşleyerek beklemek.

İnanmak,
Duyguların gücüne,
Duanın gücüne,
Ve adanmışlığa,
Adandığına,
Yaratıcına inanarak yaşamak.

19 Kasım 2008 Çarşamba

İşte O An




















Sabah evden telaşla çıkmış, servise yetişmeye çalışıyordum,

bir yandan da anahtarlarımı, çantanın küçücük cebine sığdırmaya.


Gözlerim trafik lambasında, aklım evde, :)


"her sabah çıkarken yaptıklarımdan unuttuğum var mı acaba diye" düşünmekte.



Bir iki dakikayla yakaladığım serviste yerime oturup rahat bir nefes aldım.


Gözlerim birden ön tarafta oturan arkadaşın, saçlarına düşen aklara takıldı.

Telaşım geçiverdi yerine hüzünlere bırakıp.

Nasıl olmasın ki !

Nasıl ağarmasın saçlar, nasıl genç kalınabilsin ki !

Şu kısacık ömrümüze neleri sığdırmaya çalışmıyoruz ki !

Bir koşuşturmadır gidiyoruz. Nereye, nasıl hiç bilen yok.

Çoğumuz yalnız koşuyoruz bu yollarda, çoğumuz üzgün !

Kiminle neyi, nasıl paylaşabiliriz ki !

Hepimizin telaşı ve sıkıntılarıda aynı.




Ah keşke o kadar güçlü olsam tüm dünyanın sıkıntılarını ben sırtlanabilseydim.

Ve tüm insanlığa sevgilerimi sunabilseydim.

Çok zengin olup tüm ekonomik sıkıntısı olanları rahatlatabilseydim.

Ah keşke o kadar büyük olabilsem gülümseyişimle gökyüzünden, gönülleri ferahlatıp mutlu

edebilseydim güneş gibi parlayıp ,

genç bir dünya da genç bir nesille yaşayabilseydim !

Ah keşke.............

Ah keşke elimden gelse...................

18 Kasım 2008 Salı

İşte O An






İnsan umutlarıyla yaşayıp, anılarıyla yaşlanırmış.
Hep bu cümleyi aklımda tutmaya çalıştım, hatta hayat felsefemin temel taşlarından biri yaptım.
Ne kadar uyabildim bilmiyorum ama hep hatırlamaya çalıştım.

Hayat çok kısa ve yaşanılacak çok güzel şeyler var.
Yıldırmamalı hiç bir şey, hiç bir şey son olmamalı, yaşama dair ne varsa yaşamalı insanca diye düşündüm.

Her son bir başlangıçtır deyip düştüm düşüncelerde yollara, bir gün belki size de uğrayıp,
ışık olurum yollarınızı aydınlatan,
sevinç olurum gönüllerinizi ferahlatan,
fer olurum gözlerinizi gülümseten diye.

Yeni ufuklara yelken açmak için bir başlangıç olurum belki de limanlarınızda !...

Teşekürler !...
bana sonsuz güzellikteki limanları keşfetmeyi hatırlatıp,
dünyamı renklendirenlere.....
Dünyamı renklendirirken içime umut tohumları serpenlere .....

TEŞEKÜRLER .....................

17 Kasım 2008 Pazartesi

İşte O An

İşte o an…..

Çocukluğumu, penceremizin değişmez manzarası olan has gülleri, erik ağacını ve ona eşlik eden bülbülleri ..... hatırladım.

Hiçbir zaman göremedim bülbülleri ! …
Ama biliyordum, hep ordaydılar, bundan eminim.
Bana, sabahları bahar şarkıları söylemek için hep ordaydılar.
Kış günlerini, bahara çevirmek için hep ordaydılar.
İçimi coşkuyla, yaşam sevinciyle doldurmak için hep ordaydılar.
4 mevsim hep ordaydılar, beni hiç terk etmediler.

Hatta “5. mevsim”de gözyaşlarına boğulduğum günde yanımdaydılar.
Başımı kaldırıp baktığımda inanamamıştım.
Balkonda ki saksımın içinde, bir türlü gelemeyen bahardan yoksun Mayıs’ın ayazında,
minicik bir kuş bana bakıyordu.
Bu ses tanıdık !
Bu nağmeler benim !
Hiç değişmeyen ezgimi fısıldıyordu kulaklarıma !
Bu serenat benim için !
Bu minik can bana teselli şarkıları söylüyordu "seninleyiz, yalnız değilsin diye."

Artık gözyaşlarım bana teselli etmek için gönderilen hediye için akmaya başlamıştı.
Unutulmamıştım.
Hep benimleydi. Bazen bir kuşun sesin de.
Bazen gözlerimde canlanıveren hayallerimde….
Bazen de hiç anlayamadan kaçırdığım gizemlerde…..
Ama yakalamıştım, bu kez başarmıştım.
Onca acıya rağmen buruk bir sevinç vardı yüreğimde.
Nasıl olmasın ki bu mükemmel hediyenin hatırlattıkları karşısında!.

Şimdi de işte o an’lardan birini de, şu satırları yazmaya başladığım anda yaşıyordum.
Kulağımda yine o ses!
Sabah 8:45 (11.11.2008) alışmaya çalıştığım yeni bir düzenin ortasındayım.
Kalbim, yaşam denilen labirentte çılgıncasına koşuştururken,
bir anda tanıdık bir melodi duyuyorum.
İnceden bir nağme seninleydim, daima sensinleyim diye fısıldıyor kulaklarıma,
”unutmadım seni”.

Daha sıkı sarılıyorum hayata,
daha sıkı tutunuyorum kalbimin damarlarına, sevgiyle aksın diye….
Vazgeçmeyeceğim mücadele etmekten,
yakaladım o anlık ilahi hatırlanışı ve bu kez de başardım.
Gizli mabedime koşup kiraz ağaçlarıyla dertleştim.
Anlattım geldiğini ve beni duyduğunu!.... Unutulmadığımı.
Hafiften sallanarak bana eşlik ettiler : "bizde seninleyiz, Ey bu mabedin gizli tanığı".

MUTLUYUM.
Şükürler olsun.

Gizli Mabed

Okumak insani nasil etkiler?